26 Ağustos 2014 Salı

Öl 'Çölde Çay', git 'Dava'..

Blanchot ve Bekleyiş, Unutuş..

Monokl Yayınları'ndan çıkan Bekleyiş-Unutuş, kırmızı kaplı, kapak üstü yazıları siyah puntolu, Fransız yazar Blanchot tarafından yazılmış, mekanı bir oda olan bir 'derin bunaltı kitabı'..



"Kadının istediği, hiç şüphesiz, adamın, kendisinin söylediklerini tekrar etmesi, sadece tekrar etmesiydi. Fakat hiçbir zaman benim sözlerimde kendisininkileri tanıyamıyordu. Farkında olmadan bir şeyleri mi değiştiriyordum acaba? Ondan bana gelirken sözlerde bir şeyler değişiyor muydu?"

"Yeniden, yeniden, yürüyerek ve her daim yerleşik olarak, bir başka ülke, başka şehirler, başka yollar, aynı diyar."

"Adam, aşırı dikkat gerektiren edimlerde gizlenmiş ve dağılmış bir şekilde erişilmeye müsait temel bir dikkatsizliğin hizmetinde olduğu hissine kapılıyordu. Bekleyen, fakat bekleyişe müsaade etmeyecek olana bağımlı halde bekleyen bir bekleyiş."

"Adam, dışarıdan, olayların olduklarından daha iyi anlaşılmasını isterdi: başlangıç yerine, bir çeşit temel boşluğun, hikayenin (kendiliğinden) başlamasına müsaade edecek enerjik bir reddin olmasını isterdi."

"..belirsizlik eksikliğinin şüpheli hale getirdiği bir kesinlik.."

".. ne derinliği, ne de yüksekliği olan, yine de maddi olarak konumlandırılabilir bir uzam.."

"Fakat şahsi düzlemde son derece kolay gerçekleştirilebilecek bu yola çıkışın, bir başka düzlemde gerçekleştirilemez bir kararın tüm özelliklerine sahip olduğunu hissediyordu. Yola çıkacaktı, fakat yine de kalacaktı. İşte kadının da çevresinde dolandığı hakikat buydu. Ve kimi zaman, halihazırda bir tür kanıt olan bir kayıtsızlıkla, kalmasının bu ikinci biçimine ulaşıp ulaşmadığını soruyordu kendine: buradaydı, çünkü başka bir zaman çekip gitmişti."

"Beklemek, sadece beklemek. Tuhaf bekleyiş, her anı birbirine eşit, tıpkı mekanda her noktanın birbirine eşit olması gibi, mekana benziyor, aynı süreğen baskıyı uygularken, baskı uygulamıyor."

"Adam sabretmeyi öğrendiğini düşünüyordu ama sadece sabırsızlığı yitirmişti." ...

Ortak bir hikayenin içsel izleri var bu kitapta.. Tat farklı, biçim farklı.. 


1 Ağustos 2014 Cuma

Çünkü



'Hiçten bir şey çıkar mıymış? Çıkarmış.. ('Hiçbir şeyin teorisi' nasıl sergilenir merak edenler için bkz: Zizek - Yamuk Bakmak).

Zizek & Lacan

'İlk bakışta' (Zizek'ten alıntıdır) Lacan'ın da, Zizek'in de, dertlerini simgelere anlatmak gibi bir takıntısı olduğu kuvvetle muhtemel gibi.. 'Kızım sana söylüyorum -burdaki 'kızım' biz oluyoruz, ama gelinim - simgeler, sizi sizin yönteminizle alt ediyorum- sen anla..' Mesela 'Gerçek imkansızdır' şeklinde ortaya koyuyor Lacan önermesini.. Ve aslında bu şekilde, durumu, karşıt bir simgeselleştirmeye yerleştirerek- gerçeğin imkansız olmadığından bahsediyor..  Peki ya Zizek? Birçok metninin alt metninde anlatıyor olduğunun kendisi olduğu gibi bir hisse kapılmamıza yol açması? Durum, her ikisinin de iddia ettiği gibiyse, ben, ikilinin durumuna basitçe 'şarkılarını simgesel düzende söyleme durumu' veya ileri götürüp 'simgelerle savaş içinde olma durumu' olarak belirttiğimde, gerçeğin ne kadar uzağında olurum? Cevabı rüyamda görürsem onlar kazanır, kaldığım yerden devam edersem de gerçek.. 

Not: Gerçi her iki durumda da gerçek kazanır (bkz: Yamuk Bakmak, syf. 76-80). - (Düzleştirerek tersleştirmek kadar tersleştirerek düzleştirmek de mümkün, hatta bunun için kavramsal tartışmaların gereği de yok.. )

Not2: Kıssadan hisse, hayatı yaşama biçimimiz paradoks, burdan da yine çıkarız diyalektiğe.. 


Lacan'da Özne, Babanın-Adı ve Öteki (devam...)

Özne: Hümanizmin 'Ben' diye bölünmemiş, yekpare öznesinin tersine, Lacan'da özne, bölünmüşlüğüyle tanımlanır. Lacan'ın 'ben' kavramının temeli İmgesel'de olduğu için, bu ben bütünlük, tamlık yanılsamasıyla maluldür. Oysa konuşan özne, Simgesel düzen içinde varolur. Bu ikisi arasındaki örtüşmezlik, yani Simgesel'in ben imgelerini ya simgelere dönüştürerek içerme ya da yok sayma eğilimi ile ben'in simgesel düzenin kategoriler ve ikilikler biçimindeki parçalanmışlığına direnişi, yekpare bir özneden sözetmeyi imkansızlaştırır. Özne İmgesel ile Simgesel, sözceleme ile sözce arasındaki bölünmüşlüğüyle vardır. Lacan'a göre, psikanalitik terapinin nihai amacı ben'in hakimiyeti eline alıp yekpareleşmesi (yekpare olduğu yanılsamasını kurması) değil, öznenin kendi bölünmüşlüğünün farkına varmasıdır. 

Babanın Adı: Lacan, Freud'un anne-baba-çocuktan oluşan Oidipus üçgeninin temel özelliğini, simgesel düzeyde Babanın-Adı ile tarif eder. Babanın-Adı, gerçek babaya ya da imgesel babaya bağımlı olmayan, simgesel düzene ait bir kavramdır, o düzenin (dilin ve Yasanın) kurucu kavramıdır. Lacan (Babanın-Adı / Babanın-Hayır'ı) kelime oyunuyla, babanın 'Hayır!' demesiyle, yani koyduğu yasaklar ve sınırlarla, simgesel düzenin, Yasa düzeninin kurucu kavramı olduğuna işaret eder. Gerçek babanın kimliğinden, hatta varlığından ve yokluğundan bağımsız olarak, Babanın-Adı çocuk için tanrının ve devletin, yasa koyucu ve yasaklayıcı otoritenin simgeselleştirilmesi anlamına gelir. Özneyi yasaklı/üstü çizilmiş özne durumuna getirerek özne olma işlevini daha baştan bir imkansızlıkla hadım eden, Babanın-Adı'dır. Freud'un Totem ve Tabu'da anlattığı, oğulların birleşerek öldürdükleri Tanrı-Kral-Baba öyküsü, Yasa düzeninin tam da bu yolla yürürlüğe girdiğini, mitik, simgesel Baba'nın ölümsüzlüğe ancak gerçek babanın öldürülmesiyle ulaştığını vurgular.

öteki/Öteki: Lacan'a göre özenin oluşumu daima 'öteki'yi varsayar. Ben'in ortaya çıkabilmesi için, çocuğun kendisini 'öteki' olarak görebileceği bir ayna evresi zorunludur. Aynada görülen (ve bedensel bir bütünlük, tamlık yanılsaması yaratan) öteki, ben'in temelidir. Bu ilk 'öteki', Lacan'a göre 'küçük' öteki'dir. Zamanla çocuk başka küçük öteki'ler de algılar; bu algılar bedensel tamlık yanılsamasını bozduğu için de parçalanmaya, eksik'e saldırganlık tepkisiyle karşılık verir. Ancak tüm bu ötkil'ler imgesel düzeyde varolurlar. Büyük A ile yazılan Öteki ise, simgesel düzenin ta kendisidir. Bir muhatap değil, hitap edenin içinde varolduğu simgesel sistemin belirleyicilerinin toplamıdır. Özne küçük öteki ile imgesel düzende karşılaşıp bir ben inşa etmeye başladıktan sonra, kelimenin psişik ve gramatik anlamında bir 'özne' olabilmesi için, simgesel düzende de büyük Öteki ile karşılaşmak zorundadır. Büyük Öteki, oradan kendimize bakarak, kendimizi olmak istediğimiz gibi gördüğümüz konumdur. Büyük Öteki, bir eksik'i olmadığı varsayılarak (eksik'i gizli tutularak), tüm arzunun mekanı olarak kurulur; bu mekanı Babanın-Adı, devlet, tanrı, yasa, kısacası özne için simgesel düzenin bütünlüğünü temsil eden herhangi bir şey doldurabilir. 

Lacan'da Arzu, Eksik ve Objet petit a (devam..)

Arzu: Freud'un Wunsch kavramı İngilizce'ye wish (istek) olarak çevrilegelmiştir. Lacan'da ise bu kavram ihtiyaç ile talep arasında bir konuma sahip olduğu için cinsel çağrışımları daha fazla olan arzu (desir) ile karşılanır. İstek tikel ve adlandırılabilirdir, tatmini mümkündür; arzu ise nesnesinin belirsizliği ile ve kesintisiz, tatmin edilemez zorlayıcılığı ile tanımlanır. Lacan'a göre, ihtiyaç ile onun dile getirilmesi olan talep (ki dil taleplerden ibarettir) arasında doldurulması imkansız bir boşluk vardır; arzu tam bu boşluğa yerleşir. İhtiyaç, tanımı gereği simgelerle ifade edilemez, talep ise zorunlu olarak simgeseldir. Arzu, bu iki özelliği birden taşıdığı için, ona neden olan nesne ile onu tatmin edecek nesne daima farklıdır ve bu nedenle gerçek arzu asla tatmin edilemez. Zizek'in üzerinde ısrarla durduğu 'Arzuladığın nedir?, Aslında ne istiyorsun?' sorusu, arzunun nedeni ile nesnesi arasındaki bu örtüşmezliğin öznede yarattığı belirsizliğin ifadesidir. Özne daima bir şeyi arzulamakta olduğunu bilir, ama bunun tam olarak ne olduğundan asla emin olamaz.

Eksik: İhtiyaç ile talep arasındaki dilsel boşluğa yerleşen arzunun 'ihtiyaç' kanadı, ortada bir eksiğin olduğunu gösterir. İlksel eksik, doğmuş olma durumudur. Çocuğun annenin bedeninden ilksel ayrılmasının yarattığı ilk hadım edilme, bir uzvu eksik olma, ya da daha doğrusu, kendisi, birinin, eksik bir uzvu olma durumudur. Bu durum dil öncesinde, kopmuş olduğu bedene geri dönme ihtiyacı olarak ortaya çıkar. Dilin alanının girip bu eksikliği simgesel olarak ifade etmeye kalktığı zaman ise eksik, tatmini mümkün olmayan bir arzu, asla ele geçirilemeyecek bir nesneye duyulan bir arzu olarak belirir. Arzu (anne arzusu), anneyi elde etme arzusu değil, onunla yeniden bütünleşme, yeniden onun bir parçası olma (yani kendini bir özne olarak ortadan kaldırma, yoketme) arzusu olduğu için, dilsel bir ifadesi yoktur; simgeselin alanında kendini anlamlandıramaz. Bu elde edilmesi mümkün olmayan arzu nesnesi, Lacan'da 'objet petit a' adını alır.

Objet petit a: Gerçek bir nesne değildir, bir fantazi nesnesidir. Özne, simgesel sistemin bir türlü sınırları içine alamadığı Gerçek'in bir türlü açıklanamayan, anlamlandırılamayan bu 'fazla'sı ile başa çıkabilmek için, daha bir 'ben' olarak ilk oluştuğu yıllardan başlayarak bir fantazi nesnesi yaratır. Bu nesne, arzu nesnesi aslında yoktur, öznenin ne olduğunu bilmediği, sadece göz ucuyla görebildiği ilksel eksik'inin fantazmatik eşdeğeridir. Ancak özne bir yandan da bu nesneinfantazmatik özelliğini, gerçekten varolmadığını bilir (Lacan'ın deyişiyle, 'Aslında çok iyi biliyorum, ama gene de...'). Tam da bu nedenle bilinçsiz olarak objet petit a'ya ulaşmaktan, taminden kaçınır; yolu uzatır, çıkmaza sokar. Aramaktan vazgeçemez, ama asla bulmak istemez.

Lacan'da Gerçek, İmgesel ve Simgesel

'Yamuk Bakmak, Popüler Kültürden Jacques Lacan'a Giriş (Zizek)'ten Lacancı tanımlar (açıklamalar tabii ki Zizek'e ait değil..)

Gerçek: Lacan'ın ardışık üç düzeninde (Gerçek-İmgesel-Simgesel) ilk yeri işgal etmesine rağmen, Lacan'ın düşünsel gelişiminde en son ortaya çıkan, önemi giderek artan bir kavramdır. Tanımı ancak olumsuz yoldan yapılabilir, ki bu olumsuzluk tanımın kendisinde de içkindir (sonuç itibariyle 'tanım', gerçeği simgeselin kapsamına sokmaktır). Lacan'a göre Gerçek, Simgesel tarafından içerilemeyen sert bir çekirdektir. Gerçek'i Simgesel'e olan bu dışsallığı ile tanımlamak, onu her şeyden önce, dil öncesi, yani insan öncesi bir konuma yerleştirmektir. Dolayısıyla ontogenetik açıdan, henüz konuşamayan ve imgeler oluşturamayan bebeğin tüm deneyimi (örneğin rahim içindeki varlığı) Gerçek'in alanına girdiği gibi, filogenetik açıdan da, insan öncesi olan her şey, dolayısıyla 'Doğa' dediğimiz şey de 'Gerçek'tir. Doğal nesne ve olguları her ne kadar 'kontrol altına alarak' Simgesel'in alanına çeksek de, 'Gerçek her zaman aynı yöne döner'; dolayısıyla tanımlanamayan bir salgın hastalık, kanser, deprem, fırtına, yıldırım, daima Gerçek'in geri dönüp kendi simgeselleştirilemeyen çekirdeğini ortaya koymasıdır. Lacan'ın deyişiyle, 'İmkansız olandır Gerçek'. Bu anlamda ölüm deneyimi, aktarılamaz, yani simgeselleştirilemez olmasıyla daima Gerçek'tir. Simgesel sistem, bir eksiğin ihtiyaca dönüşerek kendini bir talep biçiminde ifade etme zorunluluğu sonucu ortaya çıkar. Simgesel'in nedeni ve amacı olan bu eksik, aslında Gerçek'in ta kendisidir. Felsefede ve insan bilimilerinde kullandığımız temel kavramlardan biri olan Gerçeklik'in (dışsal ya da nesnel gerçeklik anlamında), Lacan'ın Gerçek'iyle örtüşmediğini de belirtmek gerekir. Gerçeklik, Ger.ek'in simgeselleştirilebilen kadarıdır; felsefe ve insan bilimlerinin anlamlandırmayı (dilin alanına çekmeyi) başaramadığı bir artık, bir fazla her zaman varolacaktır -ki Lacan'ın Gerçek'i tam da bu fazladır (warning!).

İmgesel: İmgesel, Lacan'ın üçlü düzeninde ilk adlandırdığı, orta aşamadır. İmgesel, henüz dile sahip olmayan çocuğun ayna evresinde (yani bir aynada ya da ayna işlevi gören bir yüzeyde, ya da bedensel bir eşdeğerinde, henüz varolmayan bedensel bütünlüğünün imgesini gördüğü 6-18 ay arası dönemde) oluşturduğu özdeşleşmelerdir. İmgesel, Gerçek ve Simgesel ile ayrı ayrı bağlantılıdır, ama bu ikisinin arasında bir köprü değildir. Gerçeği imgelere hapsederek onunla başa çıkmaya çalışır, ancak henüz imgeleri adlandırmaya, aralarında anlamsal ilişkiler kurmaya gayret etmez. İmgesel bu anlamda, dünyanın henüz kategoriler, ikili karşıtlıklar, 'ya o/ya bu'lar şeklinde parçalanmadığı, bütünselliğini koruduğu bir evredir. Özne dilin, yani gösterenler düzeninin egemenliği altına girdiğinde, imgeler (tıpkı daha önce kendilerinin Gerçek'e yapmaya çalıştığı gibi) adlara ya da dilsel ilişkilere zorunlu olarak karşılık düşerek, onların sınırları içine hapsolurlar.

Simgesel: Lacan'ın üç ardışık düzeninin sonuncusu. İmgesel evrede oluşmakta olan ben'in, içinde 'ben' diterek özneleşebileceği dilsel, gramatik ve kültürel yapıdır Simgesel. Özne simgesle düzeni hazır bulur ve onun yasalarına uymak zorunda olduğunu Babanın-Adı yoluyla öğrenir. Simgesel kavramı, Lacan'ın düşüncesini dilbilim çerçevesine bağlayan temel kavramlardan biridir. Lacan 'Simgesel' ifadesini, kendi başına anlam taşımayan, gelişigüzel işaretler olan, ancak birbirleriyle ilişkileri içinde anlam denilen şeyi oluşturan gösterenlerin, dilsel/kültürel kapalı düzenini tanımlamakta kullanır. Simgesel düzen, bir yandan ben'in imgesel özdeşleşmelerini, bir yandan da ancak göz ucuyla görülebilen Gerçek'in tanımsız bozbulanıklığını, kapalı bir kategoriler, zıtlıklar, ikili karşıtlıklar sistemi içine hapsetmeye çalışarak özneyi parçalar. Konuşmaya başladığı anda Simgesel'in alanına giren özne, ben'i ve onun imgeleri arasındaki ilişkiyi Simgesel Yasa'ya tabi kılmayı başaramayacağı için (bu imgelerin dilsel karşılıkları olmadığı için) daha baştan parçalanmış, ikiye bölünmüştür. Dolayısıyla özneyi oluşturan da, parçalayan da Simgesel düzenin ta kendisidir.

▶ Tamburada - Yaz Müziği - Dailymotion video

▶ Tamburada - Yaz Müziği - Dailymotion video